Karacabeyli Hocazade Çorapçı Halil Bey ile Zehra Hanım’ın aile kayıtlarına göre ilk çocukları Hayrettin, 1338 senesi, Ramazan ayının on beşinci günü Balıkesir'in Bandırma ilçesinde Çınarlı mahallesinde dünyaya gelir. Yıllar sonra Kandilli Rasathanesi’nden bir arkadaşı Hayrettin Karaca’ya doğum tarihini Rumi takvime çevirir: 4 Nisan 1922. Onu, kardeşlerinin doğumu izler: Nurettin, Fahrettin ve Muzaffer.
Bir Cumhuriyet aşığı olarak çocukluk yıllarının, 1920’lerin Bandırmasını şöyle anlatıyordu Erozyon Dede: “Cumhuriyet yeni kurulmuş daha, Bandırma’yı Yunan yakmış, yıkmış, gitmiş. Sadece Bandırma da değil, Akşehir, Simav, Nazilli ve daha pek çok yer aynı durumda. Ülke yoksul. Şimdi bunları anlattığımda kimse gözünde canlandıramıyor, ama o günün şartlarıyla bugün arasında hiçbir benzerlik yok. Bunları TEMA gönüllülerine de anlatıyorum. Benim çocukluğumda Bandırma’nın içinde olmasa da çevre köylerde sıtma, verem, trahom çok yaygındı. Özellikle köylerde çok sık sıtma görülüyordu. O zamanlarda da doğayı, köyleri gezmeyi çok severdim; öyle zamanlar olurdu ki, dışarıda kimseyi göremezdin, sıtmadan evlerinde yatardı insanlar. O sıtma ile nasıl olursun biliyor musun?.. Sapsarı olur yüzün, iştahın kesilir, yiyemezsin… Titreme gelir, yorganın altına girersin tir tir titrersin, sonra bir ateş basar. Ben de sıtma geçirdim oradan biliyorum, titremeden sonra bir ateş gelir atarsın yorganı üzerinden, yani sıtma basit bir hastalık değildir, nöbetlerin ne zaman geleceği belli olmaz. Aradan çok uzun zaman da değil, birkaç on yıl geçtiğinde ne verem ne trahom ne de sıtma kaldı bu ülkede. Bu başarıdan öte bir şeydi.”
“Üç cümle söyleyeceğim: Olanın olmayana borcu var, komşusu aç yatanın yediği helal değildir, komşuda pişer komşuya düşer. İşte bu! Fakirdik... Yunan yakmış, gitmiş. Her taraf harap... Perişandık. Çok fakirdik, ama aç insanımız yoktu. Bütün mesele burada işte... Bir paylaşma vardı.”
Daha altı buçuk yaşında babasının imalathanesine, babaannesiyle birlikte gidip gelerek çalışmaya başlayan küçük Hayrettin’in iş hayatı da böylece başlamış olur. O günleri, “Ninemle birlikte ben de imalathaneye gidiyorum ve sürekli peşinde, ben de bir şeyler yapmak istiyorum, ben de çalışmak istiyorum, diye dolaşıyorum. Babama ‘usta’ diyorlardı işçiler, yani patron. Ben de ustanın oğlu olduğum için hatırımı kırmıyorlardı. Sonra babam geldi gördü beni, hiç sesini çıkarmadı. Ama işçiler özellikle benim sardığım iplikleri istiyorlardı. O kadar dikkatli sarıyordum anlayacağınız. Sabahleyin işçilerle beraber geliyordum, akşam işçilerle beraber çıkıyordum imalathaneden. Hiç öyle kaytarmalarım yok! Bir paket iplik sarıyordum günde. Bu da aşağı yukarı işçilerle aynı miktar demek… Bu arada bu iş için para da alıyordum…” diye anlatıyordu. Önce çorap üreten imalathane bir süre sonra dış giyim eşyası, kazak, süveter vs. üretmeye başlar. Erozyon Dede’yle özdeşleşen ve üzerinden neredeyse hiç çıkarmadığı kırmızı süveteri de Karaca’nın üretimidir zaten.
Abartılı tüketim alışkanlıklarına karşı bir bayrak gibi taşıdığı eski kırmızı süveteri gibi Hayrettin Karaca’nın hayatına yön veren üç kuralı vardır: Olanın olmayana borcu var, komşusu aç yatanın yediği helal değildir ve komşuda pişer komşuya düşer! “Fakirdik,” diyordu Karaca, “Yunan yakmış, gitmiş. Her taraf harap… Perişandık. Çok fakirdik, ama aç insanımız yoktu. Bütün mesele burada işte! Bir paylaşma vardı. Bir sorumluluk vardı. Bir inanç vardı.” Yaklaşık bir asırlık hayatı boyunca Karaca gençlere çocukluğundaki komşuluk ilişkilerini, paylaşmanın güzelliğini, var olanı güzelleştirmeyi ve onunla yetinmeyi anlatmaktan hiç vazgeçmedi. Hızla savrulan dünyaya karşı bir manifestoydu onun anlattıkları.
“Bana göre, on iki bin yıldır bu coğrafyada yaşayan, nice medeniyetler, nice kavimler gelmiş geçmiş. Tabii bunların bir kültürü vardı. Bunlar elenmiş, elenmiş, elenmiş eleğin üzerinde bir şeyler kalmış. İşte, bize kalan bu! Çünkü insanlar, kültürlerinin kötü taraflarını miras olarak bırakmadılar bize.”
İlkokula Bandırma’da başlayan Hayrettin Karaca, babasının işlerini İstanbul’a taşımasıyla eğitim hayatına burada devam etmek zorunda kalır. Ayakkabıları olmayan arkadaşlarını üzmemek için kendisinin de sokaklarda çıplak ayakla koşuşturduğu dönem bitmiştir artık. Feyzi Ati mektebinde yeni ama mutsuz bir başlangıç yapar; koşuşturduğu sokakların, dallarından inmediği ağaçların yerini apartman dairesinin penceresinden dışarıya bakmak almıştır artık. Yaz tatillerini, Bandırma’ya gidecekleri günleri iple çeker. Boğaziçi Lisesi’nden mezun olduğu yıl üniversiteye hazırlanırken İkinci Dünya Savaşı patlar. Hep tarih ya da edebiyat okumak isterse de babası kesinlikle ekonomi okumasında ısrarlıdır. Hedef üniversite eğitimi için Amerika’ya gitmesidir ama günlük gazeteler Alman denizaltıları tarafından batırılan gemilerin haberleriyle doludur. Halil Bey’in, “Gençsin, şimdilik bırak, savaş bitsin, Amerika’ya gider tahsiline devam edersin,” telkiniyle beklemeye başlar Karaca. Herkes savaşın en geç bir yıl içinde biteceğinden emindir ama savaş beş yıl sürer. Geçen sürede o artık bir iş adamı olmuştur.
Altı buçuk yaşında başladığı iş hayatında hiç durmadan çalışan Karaca, işlerini Bandırma’dan İstanbul’a taşındıkları dönemdeki enerjisini şöyle anlatıyordu: “İş hayatımda enerjimin doruklarındayım, en faal olduğum yıllar, yerimde duramıyorum. 1956’da Emiroğlan Han’ın dördüncü katında fabrikam vardı, merdivenleri üçer-dörder basamak birden iniyor çıkıyorum, tutamıyorum kendimi…” Karaca markasıyla kendi sektöründe işçi servisleri, iş yerinde yemek, on beş günlük yıllık izin gibi pek çok ilke imza atan Erozyon Dede’nin doğayla bağı ise bu yoğunluk içinde hiçbir zaman kopmaz. Babasının emekliliğinde başladığı bahçe işlerini vefatından sonra sürdürmek üzere kolları sıvar. Halil Bey, bugün Karaca Arberetumunun içinde bulunan yirmi beş dönümlük yerde bir elma bahçesi kurmuştur. Artık Hayrettin Karaca neredeyse her hafta sonu Yalova’dadır.
“Artık özgür hissediyordum, ipini koparmış deli dana gibi çayıra, bayıra, sahaya salmıştım kendimi ve çok da mutluydum. Hele erozyonla tanıştıktan sonra, hani derler ya neredeyse akraba olduk diye, artık zamanımı sadece bu işlerle ilgili faaliyetlere ayırmak istiyordum.”
1980’lerin başına gelindiğinde Hayrettin Karaca artık “tamam” der. Altı buçuk yaşında ninesinin peşinden gittiği imalathaneyi koskoca bir fabrikaya dönüştürmüş, dünyaca ünlü bir marka yaratmış, uzun yıllar kurucularından olduğu Türkiye Tekstil Sanayi İşverenleri Sendikası’nın ikinci başkanlığını yapmış biri olarak, “tamam,” der, “artık özgürlük ve paylaşma zamanı.” İşlerini oğluna bırakan Hayrettin Karaca, o günlerdeki duygularını şöyle anlatıyordu: “Artık özgür hissediyordum, ipini koparmış deli dana gibi çayıra, bayıra, sahaya salmıştım kendimi ve çok da mutluydum. Hele erozyonla tanıştıktan sonra, hani derler ya neredeyse akraba olduk diye, artık zamanımı sadece bu işlerle ilgili faaliyetlere ayırmak istiyordum.”
Sanayici günlerinde fabrikasında Türkiye irisleriyle yakından ilgilenen Hayrettin Karaca’nın en sık başvurduğu kaynak İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’dir. O yıllarda henüz doçent olan Adil Güner’i davet eder irislerini göstermek üzere. Güner gelir ve bilgi verir. Ancak onun asıl hedefi, Türkiye’nin irisleri üzerinde gerçek bir uzman olan ve Brian Mathew’le de çalışmış olan İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Turan Baytop’tur. Tanıdığı hocalardan onu Baytop’la tanıştırmalarını ister ama kimse buna cesaret edemez. “Olmaz, çok aksidir, ne yapacağı belli olmaz!” demelerine rağmen Karaca’nın ısrarları sonucunda pes ederler. Büyük buluşma Eczacılık Fakültesi’nde olur. Prof. Dr. Baytop son derece soğuk davranır ama çekmecesinden çıkardığı irisler hakkında bir kitabı Karaca’ya verir ve onunla başka bir şey konuşmadan diğer hocalarla koyu bir sohbete koyulur. Karaca elindeki kitabı bir süre inceledikten sonra birtakım irislerin Latince adlarını kullanarak sorular sormaya başlar. Başlangıçta, “bu amatörü neden getirdiniz” ifadesiyle Karaca’ya bakan Baytop, dikkatle incelemeye başlar onu ve bir süre sonra da koyu bir sohbete başlar onunla. Türkiye gezilerinde Prof. Dr. Mehmet Koyuncu, Prof. Dr. Adil Güner ve Prof. Dr. Tuna Ekim’le bir ekip oluşturan Karaca, ilgisi, bilgisi ve dostluğuyla çok az kişinin alabileceği hediyeler alır onlardan. Türkiye’nin Alliumlarıyla (soğanlarıyla) çok ilgilenen Prof. Dr. Koyuncu, doğaya olan hizmetlerinden dolayı bir Alliuma Karaca’nın adını verir: Allium karacae. Yine doğa gezilerindeki arkadaşlarından Prof. Dr. Jerensky de Karaca’nın faaliyetlerine ve bilgisine duyduğu saygı nedeniyle adını yeni bulduğu bir Polygonuma (kuzukulağıgiller) verir: Polygonum karacae.
11 Kasım 1984 tarihi Hayrettin Karaca’nın doğayla ilişkisinde önemli bir dönüm noktasıdır. Ünlü sanayici Vehbi Koç, Türkiye çapında bir ağaç vakfı kurmak üzere Orman Fakültesi hocalarıyla sürekli görüşmektedir. Bu görüşmeler sırasında hocalar, Karaca’nın da bu yönde çalışmaları olduğunu, onunla görüşmesinde yarar olacağını söylerler. Karaca, Divan otelinde düzenlenen toplantıda Türkiye’nin asıl sorununun ağaçlandırma değil, erozyon olduğunu anlatır. Vehbi Koç, Karaca’dan toplantıda anlattıklarını bir rapor haline getirmesini ve kendilerine vermesini ister. 20 Şubat 1985’te raporunu gönderir. Raporda, “Türkiye toprak erozyonu ile büyük bir tehlike altındadır, tedbir alınmadığı takdirde Türkiye en geç otuz ya da otuz beş sene sonra tarım, hayvancılık ve orman yapacak toprak kalmayacak, kayalıklardan ibaret bir ülke olacaktır” der.
1991 yılına gelindiğinde artık fikir ete kemiğe kavuşma yoluna girer. Vehbi Koç’tan yeni görüşme teklifi bu kez Nihat Gökyiğit tarafından iletilir. Görüşme Vehbi Koç’un Yeniköy’deki evlerinde olur. Koç, bir rapor daha ister Karaca’dan. Karaca bu kez raporunu Vehbi Koç ve Nihat Gökyiğit’e yönelik olarak yazar ve 28 Şubat 1991’de gönderir. Rapordan kısa bir süre sonra Karaca, Türkiye’nin dört bir yanında çektiği erozyon dialarıyla Vehbi Bey’in Nakkaştepe’deki bürosunda bir gösterim yapar. Diaların daha yirmincisinde Vehbi Bey, Karaca ve Gökyiğit’e, “Tamam tamam anladım, gidin ve erozyonla mücadele için vakfı kurun!” der ve TEMA, Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı böylece kurulur.
Türkiye’de hiçbir sivil toplum örgütünün görmediği bir ilgiyle karşılanan TEMA çok kısa bir sürede milyonlarla buluştu. 1996 Erozyonla Mücadele Haftası nedeniyle yazdığı bir makalede Karaca şöyle diyordu: “Yakamıza bir yeşil yaprak takarak, TEMA hareketinin ne kadar geniş bir kitleye yayıldığının, bir toplumsal hareketin çağırısı olduğunun mesajını veriyoruz. 1996 Kasım ayındaki Erozyonla Mücadele Haftası etkinlikleri kapsamında başlayan ‘Çocuklarımız yakamıza yapışmadan, yakamıza yeşil bir yaprak takalım’ kampanyası tahminlere göre, beş yüz bin-bir milyon vatandaşım tarafından uygulanmış ve gelecek için büyük bir ümit vermiştir. Yakamıza yapışan yapraklar, 1997 Erozyonla Mücadele Haftamızda on milyona vardığı gün amacımıza ulaşma yolunda en büyük adımı atmış olacağız.”
Karaca’nın yaşamının son günlerine kadar üzerinde hassasiyetle durduğu projelerden biri de TEMA’nın Türkiye genelinde 1 milyon hektar alanda sağlıklı meşe ormanları oluşturmak amacıyla 1998 yılında başlattığı “10 Milyar Meşe Projesi” oldu. Proje sadece Türkiye’nin değil, dünyada bir sivil toplum kuruluşu tarafından hedeflenen en büyük ağaçlandırma projesi.
Meşe, Karaca’nın hayatında çok önemli bir yer tutmaktadır. Karaca, eski bakanlardan Adnan Kahveci ile yaptığı bir doğa gezisinde Erzincan’da bir plantasyonda ormancıların palamuttan yetiştirdikleri fideleri ve fidelerin dağıtımı izler. Yıllar sonra Erciyes Üniversitesi’nin davetlisi olarak TEMA’yı temsilen Kayseri’ye gider. O günü şöyle anlatır: “Akşam üniversitenin misafirhanesinde Rektör Prof. Mehmet Şahin hocamızı yemeğe bekliyoruz. Hoca barut gibi eldi. Orman idaresinden, kampüsü ağaçlandırmak için fidan istemiş, onlar da fidanların bedelini istemişler. Böyle olur mu, üniversiteye bu yapılır mı bu diye söyleniyordu hoca. Bu kadar sinirlenmemesini, her şeyin bir çaresi olduğunu söyledim. Neyse oturduk, biraz rahatladık, yerdeki palamutları göstererek, orman idaresine ihtiyacı olmadığını, kendisinin zaten binlerce ağacın olduğunu söyledim. Mehmet hoca şaşırdı tabii, palamutlara bakıp itiraz edecek oldu, ‘Şu etrafında gördüğün koca ağaçlar var ya, işte onlar bu küçücük palamutlardan oldu. Fidanlıklardan menşeini bilmediğin ağaçları alacağına kendi meşeni kendin yetiştir,’ dedim. O anda ikna oldu mu bilmiyorum, ama başka çare de göremediği için kampusa bunları ekmiş. Bir süre sonra bana telefon açtı ve beni davet etti. Çok mutlu bir gündü. Daha sonra yine gittim oraya. İlk ekilenler epeyce büyümüştü, merasimde ekilenler de çimlenmeye başlamıştı.”
Dönüş yolunda Karaca, TEMA Genel Müdürü Ümit Gürses’le, TEMA’nın ağaçlandırma faaliyetinde neden meşeyi öne çıkarmayalım diye konuşurlar. İstanbul dönüşü konuyu idare heyetine anlatırlar ve heyetin de onaylanmasıyla 10 Milyar Meşe Palamudu Projesi başlamış olur.
Rize’nin Çamlıhemşin İlçesi Tahpur yaylasında Hayrettin Karaca’ya, Erozyon Dede ismini çocuklar verir. Sürekli televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında, konferanslarda, kısaca katıldığı her etkinlikte TEMA’nın ve faaliyetlerinin tanıtımını yapan Karaca artık kamuoyunun yakından tanıdığı biri haline gelmiştir. Prof. Dr. Adil Güner, fotoğrafını çekmek için Centaurianın (peygamber çiçeği) bir türünü aramaktadır. Ekipte Maria ve Ian Tenkate de vardır. Karadeniz’in en yüksek yaylalarından birisi olan Tahpur yaylası artık ormanın bittiği noktadadır neredeyse. Ekibin bitkiyi bulma ümidi tükenmek üzeredir. Yorgunluktan artık ekibin adım atacak hali kalmamıştır ve küçük bir mola verirler. Karaca aşağıda sisle kaplı vadinin üzerinden fotoğraf çekmektedir. Vadinin kenarına doğru ilerlerken, köyden bir grup çocuk ona doğru gelmektedir. Karaca o anı şöyle anlatıyor: “İçlerinde bir ya da iki kız vardı, gerisi oğlan. Beni yine ecnebi sanacaklarından çok emindim. Tam, bir numara yapayım diye düşünürken, en önde yürüyen mavi gözlü, kızıl saçlı bir oğlan, ‘Aaa, ben seni tanıyorum!’ dedi. Beni nereden tanıdığını sordum. ‘Televizyona çıkıyorsun sen,’ dedi. Televizyonda ne söylediğimi sordum, ‘Kesme diyorsun!’ dedi. Arkadaki çocuklar da bir tereddüt içindeler, bizimki onlara dönüp, ‘Koşun, koşun Erozyon Dede gelmiş!’ dedi. ‘Erozyon Dede” lakırdısı oradan kaldı.”
Türkiye’nin dört bir yanından dünyanın en ücra köşesine, doğa harikalarının peşine düşen Erozyon Dede her öğrendiği yeni bilgiyle sadece kendini değil, Türkiye’yi de değiştirdi. Kurucularından olduğu TEMA ile birlikte okul kitaplarının satırları arasında kaybolup giden erozyon tehlikesini ülkenin gündemine soktu, ağacı ve ormanı yeniden sevdirdi ve farklı bir gözle bakılmasını sağladı.
Tıpkı dediği gibi: “Aynen kanser gibidir bu ekonomi, kanser hücreleri gibi büyür büyür, ama nereye kadar? Doğal ekosistemi, doğal varlıkları tüketinceye, kirletinceye kadar büyüyecektir. Ta ki Hayrettin, Ayşe, Hans karar verinceye kadar. Ne kararı vereceğiz biz? Yaşamak için yaşat diyorsam, kimi yaşatacağım? Doğal ekosisteme pay ayıracağım. Onlar yoksa ben de yokum.”
Özlem ve saygıyla.